Bir istiridyenin kıymetli
incisini sakladığı gibi saklarım seni.
Sen oku kelimeleri
gözlerimden.
Gökkuşağı doluydu gün, bak
şimdi yine yağmur yağıyor. Benim yüzümü güldüren, onu kahreden yağmur!
Haksızlıktı bu.
Sessiz bir anlaşma
yapmıştık. Dönüş olacak zannederken “kaçış” gerçekleşiyordu. Hayatımdan,
benliğimden ve mutluluğumdan kaçıyordum. Lanet olası hislerim bana “yine
olmayacak” sinyalini vereli çok olmuştu aslında. Dedim ki bir kerecik hislerime
kulak asmasam nasıl olur?
İşte sonuç.
Her şey mahvoldu. Ama ben
mahvetmedim. Sığınacak liman sandığım adam şimdi tesellileri unutup canımı
kasıp kavuruyordu.
İmkan oldukça da bu kaçış
devam edecekti. Gerekirse evler değişecekti. Ne pahasına olursa olsun,
kaçacaktım senden. Tıpkı babamdan ve onun tonlarca ağırlığındaki
huzursuzluğundan kaçtığım gibi.
Hep derdim ki hayatım
boyunca bir kere bile yirmi dört saatim mutlu geçmedi. O gün bugünmüş, bekledim,
yaşadım, huzuru kokladım senden kilometrelerce uzakta.
Son yirmi dört saatimde
önce şehrin doğusu ardından batısı olmak üzere köşe bucak kaçtım o meşhur
bulvardan.
Arka arkaya üç geceyi
kendinize zehir ederken artık şarkı söylemekten sesiniz kısıldığında
anlayacaksınız bağzı şeyleri :)
Ne olacaktı şimdi?
Boşver.
Yavuz Çetin söylesin.
Hiçbir yere ait olmayanları
iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar.
Bir şehri tam kalbinden, beyninden vurup gitmek var şimdi.
Bu kadar mı şefkate muhtaç
olmuşuz biz diye sorulan kız kardeşin, evet muhtacız lan ne var diye cevap
vermesiydi beni kendime getiren.
Kimse saçımızı öpmemiş düne
kadar onu fark ettik mesela. Kimsenin ruhu böyle dokunmamış yüreğimize.
Yaşananları ortaklığı, neredeyse birebir oluşu da bir yana. Sevgililik
kavramını ya da aşk diye o yerden yere vurduğum şey’i sadece özgürlüğün
kısıtlanması, kavga gürültü, yok yere en güzel gecelerin heba olması sanmışım.
Uzun zamandır gerçek saygıyı, birisi tarafından gerçekten dinlenilmeyi ve değer
görmeyi tatmadığımdan olsa gerek. Bana da kızmayın. Sadece hep yanlışlarla
karşılaştım.
Belki yine yanlışlardayım,
belki yine büyük bir hayal kırıklığı bekliyor beni. Hayal kırıklığına
uğramaktan bunca korkan ben, her seferinde hayaller âleminde buluyorum kendimi.
Bir “adamın” karşımdan kucağında şeker mi şeker minik bir yakışıklıyla ve
ellerinde market poşetleriyle yürümesi yeter soyadını adımla uydurmaya çalışmak
için. Al sana hayal.
Güzel kafa yaşıyorum ama
değil mi?
Aramayı bırakalı çok
olmuştu o “adamı”, meğer yanı başımdaymış görememişim. Belki de hissedememişim.
“Acaba” demişim sadece ve düşünmeyi bırakmışım “Boş ver şimdi bunları” diyerek.
Zaten bir kadın sevmiyorsa,
seviyorum demez. Sevdiği zaman sevmiyorum dediği olmuştur ama o konuyu kafana
takma sen.
Yine bir “adam” sana bugüne
kadar hiç göremediğin bir bakış açısını gösterebiliyorsa, benim için tamam! Ama
bebekler ve market poşetleri daha öncelikli geliyor tabii.
Meteorolojinin bile
bilemeyeceği şeyler vardır bazen. O gece o deniz kenarında düşen bir damla ve
ya dalgaların kıyıya biraz daha sert çarpması bile anlam kazanabilir senin
için.
Böyle olmalı mıydı?
Pişman olan ben
olmayacağım. Sen de olma zaten. Pişman da olmayalım. Saçımı öptün diye niye
pişman olasın ki?
Günümüz erkekleri bir
beklenti içine girmesinden korkar oldu hatunların. Beklenti derken SGK’ dan
emekli olmak gibi değil. Sevgili olma beklentisi gibi. Ondan kaçar korkar
oldular, erkekler.
“Adamlar” değil.
Benim için hoş geldin, bana
geldin çoktan. Ben sana yetişemedim daha. Benim sana ihtiyacım olduğu kadar
senin bana ihtiyacın yok ki. Ben merhameti kokladım, senin yüreğin onunla
doluydu zaten.
Tamam tamam keselim
abartmayı.
Birisinin ya da bir
şeylerin, dokunuşların ve bakışların etkisi altında kalabilirim. Bu normal.
Sadece değer vermeye başladığım an çok yüceltiyorum. Ama haddinden fazlası değil
inan. Benim gözümden bir bakış, hepsi bu.
Mutluluk anında yazmak
istemiştim bu sefer Kaybedenler Kulübü’nün saygıdeğer üyeleri, yine
beceremedik. Huzuru bulduğumuz an kovalarcasına peşinden koştuğumuzdan mıdır
nedir, yüzünü bile göremeden sildik izlerini.
İlkler yaşanırken çalan
şarkı bile “Hüsran”sa eğer, tabii sonumuzda hüsran olacak. Belki benim açımdan.
Unutmayalım bu şarkıyı demedik mi? Doğru tespit bence.
Mutluluğu yazmak benim
fıtratımda yok, en azından şimdilik.
Omzuna yaslanıp saatlerce
ağlayabileceğim bir “adam” olursa ve hep kanatlarının altında tutarsa beni,
belki o gün.
Bekleyelim, bu sefer de
kendim için sabredeceğim, hep başkalarına sabrettim, şimdi sıra bende!
Bırak bu hüsrana da şaraplar dayanmasın, ki dayanmayacak.
“Gitme”
ne güzel sesleniş biçimidir. Benim için artık lüks. Kimseye gitme demem,
diyemem.
Kız
kardeşim hariç, annem desen zaten gitmez beni bırakıp.
Geri
kalanlar gidebilir. Çok güzel de gittiler zaten. Öyle güzel gittiler ki sadece
gülümseyebildim. Denedim baktım kafam hafif dumanlı olunca da geçmiyor, kafa
nereye biz oraya deyince de.
Yalnız
kalamamak.
Gelin şu
karakterin –ya da karaktersizliğin– analizini yapalım bugün.
Neden
yalnız kalamıyor bazılarımız?
Nedir
onları bunca korkutan yalnızlıktan?
“Damla
sakız hayallerimize yakamoz vursa,
Bari
öyle canlansa da hayat bulsa!”
Geldi mi
kulaklarınıza darbukanın sesi?
Yalnızlık
korkutucu olmamalı. Kendini dinleyebilmeli insan fikrimce.
Çok
yalnız olduğum için söylemiyorum ha, bunu ben istedim, seçtim.
Arkadaş,
eş, dost dışında kimse çalmasın istedim kapımı. O aşk dediğiniz şey gibi yani.
Ya da aşk sandığınız.
Sadece Türk
kahvesi içerken iki kişi arıyorum yanımda, o da mesafeden.
Yoksa
hep buradalar zaten.
Yalnız
kalamama korkunuz, sizler için ihtiyaç,
aşık olma ihtiyacı; bana göre acizliğiniz.
Karşına
çıkmıştır tıpkı senin gibi idealist bir kontrol manyağı. Anı yaşamaktan
vazgeçip rutine geçmiş ya da geçmek zorunda kalmış bir pırlanta hatun.
Sen de
haklısın, tabii.
Ne
yapacaktın aşık olmayıp da. Aşkınız hayırlı olsun cici kıss.
Ben
almayayım zaten. Dokunuyor bana.
–Bu son
muhtaç oluşum şefkatine, sevgine.–
Sizi
dinlendiren kadın sesleri vardır. Bir Lana Del Rey, bir Kadebostany, bir Feder
gibi. Bilmeyen duymayan muhakkak vardır. Paylaşalım. Gözlerinizi kapatın ve
dinleyin.
#Goodbye
Rakıyla
viskinin kafa kafaya kapışması GİBİ.
Ne biri
için diğerinden vazgeçilir, ne de kıyaslanabilir keyifleri.
Rakı
sofrasından kalkıp mekanda viski de içilebilir.
Ama Özer
Abisi haklıydı Delidumanın. Rakının üstüne daha düşük alkollü bir içkiyle cila
atamazsın.
Ver
ordan bi sek Jack Amca.
Ki;
düşünmeyelim daha fazla.
Düşünmemeyi
de abartmamak gerek bazen. Zararlı olabilir. Ben ipin ucunu çoğu zaman
kaçırıyorum şahsen.
Düşünme
Kurgulama
ve
Plan yapma!
Çünkü
hepsi dağılacak. Paramparça olacak.
Begonvilleri
seviyorum. Kokusuz, görselliği olan bir çiçek. Ama basit değil. Renk renk.
Bambaşka.
Ama kendine özgü değil. Her yerde.
Olbia’da, karşı apartmanın giriş kapısında,
caddedeki kahvecinin içinde. Hatta annemin eski evinin bahçesinde. Öyle ki
annemin vazgeçtiği benim o çok sevdiğim canlı.
İnsan o
güzelim, o canım evdeki tüm cansız objeleri, nesneleri ve ya eşyaları alır da
nasıl o güzelim fuşya fuşya gülümseyen canları bırakır?
Belki de
canım annem onlara baktıkça üzüleceğinden vazgeçti. Sadece
Yasemin çiçeğine kıyamadı aldı yanına. Çünkü
bahçeleri sever annem. Bahçesinden koparılmanın, bir kez daha başaramayışının
cezasını benim begonvillerime biçti. Sorun değil. Emin ellerdeler. Arada gidip
görüyorum. Fotoğraflarla ölümsüzleştiriyorum onları, Aterna Evleri’nde.
Ben en
çok annemin bahçesindeki begonvilleri, melisaları, yaseminleri özlüyorum.
O
ve onun gibilerin gidişlerine değil, umutlarımın bir defa daha yerle bir
oluşuna ağlamıştım o gece.
Hayal
kırıklığına uğramaktan çok korkarım derdim hep, bu yüzden hayal kurmam. Sizler
o hayalleri zorla kurdurttunuz bana. Gözümde canlandıran bana onları bir bir
betimleyen hep sizlerdiniz bayım.
Ben
dene-yanıl yöntemiyle ayakta kalıyorum neyse, bu sefer de olmadı. Hala çok geç
değil. Bu da olacakmış. Bunu da yaşayacakmışım.
Bir
“Tamam geçti, korkma” cümlesi için abartmaksızın birçok şeyi feda edebileceğim bir geceydi.
“Umut uyanık adamın rüyasıdır.” Demişti Aristo
ve ilk gençlik yıllarım boyunca felsefem haline gelmişti.
E şimdi
ne oldu öyleyse?
Ben
aşktan sevgiden geçtim, daha büyük sorunlarım var, aşk kelimesi bile midemi
bulandırıyor diyen Yasemin’e ne olmuştu şimdi?
Yazdıklarım
–ya da yaşadıklarım- kimsenin umurunda
olmaz diye çıkmıştım yola. Bir bakıma umursamadan başladım anlatmaya.
Dinlemezseniz de dinlemeyin dedim, benim ruhum arınsın da yapıp
ettiklerinizden.
Velhasıl
beni dinlediklerine inandığım insanlar oldu, hatta öyle ki üstlerine alınanlar
bile.
Maskeyi
yanlış anlama hemen, o mutluluk sıçan tiplemeyi canlandırma gözünde.
Bir çıkış noktasına ihtiyacım var.
Nereden
başlayacağımı bilemiyorum bir türlü. Hep sanırdım ki bir gün hayatımdan gelip
geçen tüm insanları enine boyuna araştıracağım ve birisiyle paylaşacağım. O satırlarla
ve sarı samanla buluşturacaktı benim hikayemi. Ayşe Kulin’in Bora’sı gibi. O
hayaliydi sanırım ama neyse. Ve tüm bunlar ben koca bir nine olduğumda
gerçekleşecekti, insanlar halime bakıp “Çok yazık!” diyecekti. Tırnak arasını
sen de doldurabilirsin.
Ses
müzik setinden geliyor sandım, gök gürültüsüymüş.
Bu
atmosferde de ancak Amy Winehouse dinlenebilirdi.
Onu
dinlediğimde yaz günü de olsa bir sonbahar hayal ederdim. Ki yaz günlerine
yakın bir bölümde tanıştım kendisiyle.
Sonbaharı
söyler Amy. Siyah beyaz ve kasvetli olanı hatırlatır. Onu canlandırır gözünde.
Din, dil
ve ırk bu geceki mevzumuz. Konuşa konuşa bitiremedik, bitiremeyeceğiz de.
Sadece
dedim ki; “Saygı!”
Birbirimize
saygı duyalım her ne olursa olsun, sen benim acılarıma saygı duy, ben senin
acılarına. Babasız büyümüşlüğümüze zaten saygı duyarım. Sen benim yandaşım ol. Yeter ki sen ol.
Birbirimizi eşit olarak durabildiğimiz bir dünya varsa eğer orada biz olalım.
Kurumuş
peynire dakikalarca takılı kaldığın gibi, bir dosta da öyle takılırsın rakı
masasında. Tut ki oldu? Nasıl olurdu?
Bunlar ekte senin babasızlığında. Kabullenemiyorsun ama kabullen artık.
Kabullenmek zorundasın.
Babasızlıktan
yakınan tüm o güzel kızlar gibi sende her gördüğün ve güzel gönüllü tabir
ettiğin adamlara hayran olacaksın. Görüyorsun ki ailesine değer veriyor. İşte
bitti. Seni cezbetmesi için sade ve sadece bu yeterli. E şimdi ne dinleyelim?
Tabiki
de Müzeyyen.
Selam.
Bizi bizleri
de rahatlatan sadece bu satırlardı işte.
Şimdi
nasıl delirdiğimi soracak olursanız –ki sormazsınız– özgürlük arayışında derim.
Huzursuzluğun
dibini sıyırdığım o evden kaçtım özgürlük arayışında. Bir başıma kaldım yine
yakalayamadım, ellerimden uçup gitti özgürlük dediğimiz o şey.
“Özgürlük,
tavanı kadar sokağın.”
/Mehmet Duğal
Sana
katılıyorum beni dost saymayan dost. Hakkı olana hakkını teslim edelim şimdi.
Ve Emrah
Serbes Adamım der ki; kendimizi özgür zannediyoruz ya, aslında sade ipimizi
biraz uzun bırakmışlar hepsi o.
Olay
dediğiniz o şeyler benim sadece ilhamım. Teşekkür ederim hepinize. Bana ilham
veriyorsunuz.
Gördüğüm
her hayat hikayesi o “Anlatsam Roman Olur“
dediğiniz tarzlar var ya benim gülüp geçtiklerim, izlediklerim.
Derlerdi
“Zaman ekranında izleyeceğiz.” E izliyoruz. Ne değişiyor?
Cevap
vereyim Yasemin. Hiçbir şey!
Bir gün
daha sessizliğe uyandım. Ama sessizliğe inandım da.
Toplum
arasında kulaktan kulağa konuşulmaz. Neden? Muhabbet ölür çünkü. Bazıları
bazılarının muhabbetini öldürür.
Ben hep
arabulucu oldum. Annemle babam arasında. Çöpçatanlık yaptığım arkadaşlarım
arasında. Bana yakın olan ona uzak olan arkadaşım arasında. Denge kurmaya
çalıştım. Neden?
Kavga
çıkmasın ortam bozulmasın. Çünkü ortam bozuldukça benim canım sıkıldı. Çünkü şu
yirmi iki yıllık ömrümde hep kavganın ortasına doğdum.
Beni
artık yalnız bırakmasın. Ben özgürlük peşindeyim. Ama bir gün onu bulacağım. Ve
benim gibi olan herkesi orada buluşturacağım. Gerçekten özgürlük savaşçısı
olanları. Geri kalan defolsun gitsin.
Babam
bir özgürlük savaşçısıydı. Bizde ata sporu.
Ablam
olacak sürtüğün dediğine göre o hep mutluluğu aradı. Ama altmış yaşına dek
bulamadı. Yani şimdilik. Belki bir yıl sonra bulur. Bilemezsin, yargılama.
Ben
mutluluğu aramayı bırakalı çok çok uzun zaman oldu. Siz de boş verin. Çünkü
bizim gibiler için mutluluk yok.
Sen de
bitmişsin tamam, geçti. Ben kaybetmedim ama, sen yanımda olmadın. Sen de
haklısın çok fazla bu kadar depresyon. Niye çekesin ki beni.
Emin ol
o daha güzel. Senin gözlerin gibi gözleri. Mutlu ol…
“Dışı
tenha insanın içi mahşer”
Uyanırsın
yarı ölüm halinden. Rüya denen şey üzerine tez yazmış bir insanım, ilk
öğrencilerime dediğim şeyi sizlere de söylerim “Beni ciddiye almak
zorundasınız!”
Dediğim
gibi rüyaların evrelerinden tut ki psikolojik açıklamalarına kadar biliyorum
fakat terzinin kendi söküğünü dikemediği gibi; diyorum ki bu nasıl bir rüya?
Düşünsene
bir sabah uyanıyorsun annen hayatta değil. Bu korku, her korkunun ötesinde.
Elin
telefona giderken o arıyor seni. Ya başka biriyse? O kadar beynin uyuşmuş ki
her ihtimali düşünüyorsun. Gördüğün o kare bir ay sonra bile gözlerinin tam
önünde kalıyor. Çiçekler içinde yatan bir anne. Her şeyden önce o bir anne.
Konu kapandı. O anlamda değil.
Anne
olmak tüm günahları affettirir. Annenizin sizler için canını dişine takıp okulunuza
devam etmeniz adına yedi düvelden borç alması gerekmez ona minnettar olmanız
için.
Bir gün
derse gidesiniz gelmese o anneyi düşünürsünüz. O neler yaptı? Babaların sustuğu
yerde.
Anneniz
bir katil bile olsa, en uçlarda konuşuyorum, onu sevin. Sevmek zorundasınız.
Çünkü o sizi yarım kilo kıyma halindeyken kabullenip hayatla buluşturandır.
Hayatınıza
son da verebilirdi. Bu sadece bir sayfalık babalık raporuna bakar. Ama yapmadı.
Sen şuanda buradasın, benim anlatmaya çalıştıklarımı anlamaya çalışıyorsun, bak
nefes alıyorsun.
Anlatmak
istediğim o kadar çok şey var ki, kelimelere döksem ifade edemeyeceğim gibi
geldiğinden, anlatamıyorum kimseye. Tarifsiz acılar yaşattın bana baba.
Anlatmaya
çalıştığımda insanların dudaklarında küçük birer tebessüm oluşturacak cinsten,
trajikomik bir hikayem var; dinlersen.
Yazarken
ağladığım cinsten. Sadece anlatmaya çalışıyorum.
Film rulosu tadında bir doğum günü mektubuna hoş geldiniz!
Ya
olmasaydın?
Kız
kardeşimin doğum günü bugün. Eğer şu
canına yandığım hayat beni onunla bir yerde herhangi bir şekilde
karşılaştırmasaydı, her şey olduğundan on bin kat daha ağır gelebilirdi bana.
Kan bağı
gerekmezmiş bazen büyük büyük aileler kurabilmek için.
Senin
ailenin bir evladı ben, benim ailemin bir evladı sen. Şu hayatta kaybetmeyi
göze alamayacağım TEK!
Hep
deriz birbirimize öz kardeş olsak bu
kadar sahiplenemezdik, sevemezdik birbirimizi.
Öz
kardeşlerimi de gösterdi hayat bana bir bir.
Tonton bir nine
olduğumuzda altın günlerimizde kol kola verip yünleri sararken, gelinlerin dedikodusunu yapacağız :)
Her şeyi
unuttuğumda bana bir bir hatırlatacak olan odur. Çünkü ruhani yaşı 54 olan ben
eminim ki ondan önce unutacağım acıları.
Ama o
hep 19 kalsın. İsterim ki onun kocaman yüreğini kimse yıpratmasın. Şebnem annemle
biz biliyoruz illa ki yıpratacaklar, bari az biraz yıpratsınlar. –Son kelime
olarak “yıpratsınlar” yazarken bile yanlışlıkla “yıpratmasınlar” yazışım. Buna
katlanamayışım– Onu kim incitirse ümüğünde olacağımı bilsin. Adı lazım değil;
Kuzum bu şarkıyı zamanında çok sevdiğimizi bilir, Baş harfi; Tolga.
Biz
Yalın’ın saf aşk şarkılarıyla büyüttük birbirimizi. Sonra dedik ki “Gitme
Lavinya!”
Ama ayrı
düştük canımdan can ile. Sabrettik yine konuştuk “Karanlık aydınlığa kavuşur
elbet, siz o gün bayramı kutlamayı görün” diye.
Ve biz o
MÜTHİŞ kız kardeşler aradan yıllar geçse de, memleketler değişse de, şehirler
bile uzak düşse ayrı düşmedik. Bizimle gurur duyuyorum. Bunu başarabilen
çok fazla insan tanımıyorum. Sizce de
herkes biraz “Öküz öldü ortaklık bozuldu” kafasında değil mi?
Doğum
günün kutlu olsun benim bitanem! Mutluluğu herkesten çok hak ediyorsun. Hayatın
boyunca o güzel yüzün hep gülsün isterim. Biz hep “BİZ” kalalım. İyi ki Şebnem
Annem seni dünyaya getirmiş. O evin bir kızı benim de bir tek kardeşim
olmuşsun. Seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum Peteğim!