5 Temmuz 2015 Pazar

Yeniden

Uykularımızı Kaçıran Düşünceler
***

Hepimizin hasreti bir memleket. Ankara’sı, Muğla’sı, İzmir’i, Samsun’u… Ailesi, gerçek ailesi! Bazısının gitmek için değil de dönmek için can attığı, benim gibilerin ise dönmemek için sınavını verdiği. Çiçeklere bile bakamazken, nereden geliyordu ki bu özgüven? İlla da yalnız yaşamalıyım, illa tek ‘ben’ olmalıyım, illa kendimi önce kendime kanıtlamalıyım. Neden?!

            Hayatımın en zor günlerini geçiriyor olabilirdim. Belki daha da zorları bekliyordu beni. Hatta belki değil, muhakkak.
Niyeydi bunca inat?
Kimeydi?

            Ben bile bilemeyecektim, öğrenemeyecektim hiçbir zaman. Kimseyle konuşamayınca yapışıveriyordu o kalem elime işte. Anlatsam anlamıyor, dinlemiyordu hiçbiri.
Dozu biraz arttıralım. Acının dozundan bahsediyorum. Kişinin kendisine çektirebileceği acının sınırları gibi mesela.

            Bir şehrin bir insanı nasıl yuttuğunu gördüm. Nasıl da içine hapsettiğini. Ama bile isteye seçti bunu insan. Özgür kararıydı o şehir. Yine de şehir onu kabullenmedi, şehir ona ihanet etti. Basmadı bağrına işte o küçük çocuklar gibi. Her şey nasıl da üst üste gelirdi öylece. Hep böyle olmaz mıydı zaten?
Limanın inci gibi dizilmiş ışıkları ayaklarımın altındaydı o akşam. Sn 72 saattir tek bir iyi gelişme olmamıştı hayatımda. Beklentim de yoktu. Her şeyi akışına bıraktım o akşam, hep yaptığım gibi. Ve yine hiçbir şey rayına girmedi, daha da tepetaklak olduk zamanla. Gitgide daha çok yıprandık hepimiz. Neydi ki bizden istedikleri?
Büyük umutlarla her gidişimde döndüğüm bu şehirde, yapamamıştım işte. Kendimi kanıtlayacaktım, olmadı. Ayaklarım yere çok sağlam basacaktı, yine olmadı. Vazgeçmiş değilim, bazısı için hala üç peynir kadar boyum. Küçüğüm daha çok…
Kendimizden başka kimseye zarar verdiğimiz de yoktu oysa.
  
            Gözü ‘adam’ aramaz mı insanın? Zaten kaç tane kaldı ki değil mi?
Despina ‘adamının’ yokluğunda rakısını onun gibi dublelerin dublesi içer olmuştu, sigarasını da. Tıpkı onun gibi dibine dibine, filtresi dudağını yakasıya kadar içiyordu.
“Bu pantolon sana çok yakışıyor.” Demişti Despina. “Bana en çok sen yakışıyorsun.” Olmuştu cevabı.
Daha birkaç gündür birlikteydiler bu sonsuz güveni aşılayacak sözleri ettiğinde. Ansızın kapılmışlardı birbirlerine.




“Hiçbir plan yapmadan üstünde bulunduğu salı nehrin sürüklemesine izin vererek yaşıyordu. Sonu belki köpürmüş bir çavlanda biterdi, belki sakin bir kıyıda. Bilemiyordu.”

LİVANELİ, Zülfü, Konstantiniyye Oteli, Syf. 121

04/07
05:37

Konyaaltı’nda huzurlu bir sabah. / Günün en güzel saatleriydi onlar.



9 Nisan 2015 Perşembe

Ne önemi var ?

Kemer yolunda aklımdan geçti bir anlığına, “Cennet sanki bu şehir, yaşayabilene, tadını çıkarabilene” haksız sayılmazdım. Peki ben ne mi yapıyorum bu şehirde? Sadece nefes almak belki de son 12 aydır yaptığım. En güzel tatil beldelerinde, en güzel süper lüks otellerde görebildiğim sadece çalışmak oldu bu zamanlarda. Yok yok şikayetlenmiyorum aslına bakarsan. Sadece bir an da olsa düşündürdü beni, şu meşhur klişe olan gençliği yaşayamamak.

Belki de yaşayacağımı yaşamışımdır. İş dünyası bu dandik, yapay bir o kadar da sahte sektörle yüzleştirir oldu beni.

Sektör demek bile yüceltmek aslında. İşimiz toplantı, kongre, fuar gibi egzantrik şeyler düzenlemek. Askerlik gibi bir şey demişlerdi, mantık arama. Haklılardı o çok bilenler ve köle olmayı sevenler. Benimkiyse sadece gözlem sayılabilirdi ilk yıllardı. İnsanları sadece izledim, merak ettim bir kere daha girdim içlerine başka bir toplantılarında. Yine merak ettim bir kere daha. Derken derken çıkamadım bu garip sektör(!)den.

Daha trajik olan ise şu ki; işi senin kadar bilmeyen insanların gelip sana iş buyurması. Hırs yapmayacağım, gün gelip bu insanlar benden iş isteyecek diye idealizmlere kapılmayacağım, çünkü yaptığınız bunca aptalca iş umurumda bile değil.
Son işimde sabah 8’den gecenin hatta Amerikan filmlerindeki dile uyarlayacak olursak sabahın 4’üne kadar çalıştım. Evet evet bu gerçek. Ve bunun adına turizm deniyor bu aslı cennet olan şehirde.
Şehri harcıyoruz, yok ediyoruz, mahvediyoruz. Büyük işler yaptığımızı zannediyoruz hem de çoğumuz.

Çoğu zaman Kaybedenler Kulübü’nden o en sevdiğim replik geçer dilimin ucundan oralarda:
“Zamanımızı çarçur ediyoruz buralarda, hadi Olympos’a gidelim.”
Burada bahsi geçen Olympos mekan mıdır yoksa bizim Olympos’umuz mudur hala muamma. O da umurumda değil.

Benim kaçışım bu şehir. Dönmemek üzere kaçtığım, aslında kazandığım özgürlüğüm ve huzurum. Kaçış evden olur, bense evime geldim. Geride bıraktıklarımdan birkaç parça alabilirim yanıma, orası ayrı mesele ama benim bir parçam dahi oraya dönemez artık, herkesin çok bayıldığı İzmir’e.

Belki zamanla değişir bir şeyler, illaki değişir. Hayatım olur Muğla, bir de bakarsın Ayvalık! Değişmeyen ne kaldı ki bugüne kadar. İnsanlar beş yıl sonra nerede olacaklarını merak edip düşünürken ben beş ay sonra nerede olacağımı bilmiyorum ve bunun üstünde hiç kafa yormuyorum.
Yine umurumda değil, beş dakika sonra öledebilirim, yani bu kadar idealist olmayın bayım.
Çok kafa yormak iyi değil, bırak hayat şekillendirsin biraz da sizleri.

Bu gece iyi geceler dileklerim tıpkı benim gibi umarsızlara…
Farkederse kahrolalım diyenlere ve cevaben fark ederse terk edelim diyebileceklere…
Sevgili Kent Fm dinleyicileri – evet petek, azıcık hırsızlık yaptım J
Ben pes etmekle etmemek arasındaki o çok ince çizgideyim.

Hayat enerjileri ve tatlı umutları hiç bitmeyen insanlara selam olsun.





Düşünsene şimdi sevimli, küçük bir adadasın, akşamüstü ve denizin kokusu sinmiş üstüne, hiç şikayetçi değilsin. Elinde bir kadeh pembe şarapla rum evinin önünde oturmuş muhabbet ediyorsun dostlarla. Sabah olacak ve bu güzel begonvillerin rengine açacaksın gözlerini.

Belki de...



                                                                           


1 Mart 2015 Pazar

Yalnızlık Sarayları

Hayat sıradanlaştıkça rüyalar zenginleşiyor. Ancak rüyalar da hayaller gibi nankör. Tekrarı olmuyor. Gözlerimi ne kadar sıkı kaparsam kapayayım, rüyanın içindeki aynı mutluluk karesine dönmem imkansız. Biraz önce kulağımda yankılanan şarkıyı bir avuntu gibi içimden mırıldanıyorum.



Bisiklete binmeye benziyor yalnızlık. Bir kez bindin mi tamam. Unutulmuyor.

Bazen elimdeki bu dolma kalemi masanın üzerinde yıllardır yazdığım binlerce sayfa yalnızlık anısının üzerine bırakıp pencereye doğru birkaç adım atıyorum.

Bu kadar yüksekten bakıldığı zaman geçmişle gelecek arasında çok da fark görünmüyor.
Her ikisi de bilinmez, her ikisi de değişken.
Elimle saçlarımın arasında çocukluktan kalma bir yaranın izini arar gibi, düne ait yalnızlıklarımı aklıma getirmeye çabalıyorum.

Sadece anlar var.
Hepsi tek başına kimi zamanlar okyanuslarda hissedilen bir özgürlük kadar haşmetli, kiminde aynı okyanuslarda hissedilen küçüklük duygusu kadar ürkütücü.

Birkaç gündür masalsı bir mutluluğun herkesi sardığı bir imparatorlukta eski zamanlardan kalma sevinci seyrediyorum

Mutluluk da mutsuzluk gibi bulaşıcı. Bir imparatorlukta mutlu olmanız için kral-kraliçe ya da prens-prenses olmanız gerekmiyor. 

Zenginliklerin mutlulukları fakirlerin mutsuzluklarının üzerini kadife bir örtü gibi örtebiliyor.

Yıllarca bir prensesin hikayesini paparazzilerden dinledik durduk. Prenses Diana yalnızlığın mutsuzluk girdabından kurtulmak için çok çalışıp çabaladı ama başaramadı. Tıpkı bir bebeğin ilk ayağa kalkma gayreti gibi, yeni insanlarla, yeni aşklarla ağaya kalkmayı denedi, her seferinde kalktığı yere yığıldı.
Zaten sonuncusunda kalkamadı.

Görkemli hayatların asil hayalleri sıradan hayatın rutin gerçeklerinden, rüyalara kaçılacak bir acil çıkış kapısı gibi duruyor.

Masallar gerçeklere uymayınca gerçekler masallara uyarlanıyor. Bu yüzden yüzyıllardır babadan oğula devredilen monarşik düzenin bir anda babadan kızlara da devredilebileceği gündeme gelebiliyor.

Prensesin prense benzeyen oğlu saraya layık görüldüğü için yüzyıllardır süregiden monarşik düzende bile ufak tefek hileler yapılabiliyor.
Mesela babasına benzeyen küçük prensin, oğlu ya da kızı da olsa tahta ilk onun geçmesi konuşulabiliyor.
Yeter ki çocuklardan haylaz olan, yani prensese benzeyenin çocuğu halkın hayallerinin tahtına oturmasın.

Oysa yalanlar yaralara benziyor. Unutulsa da izi geçmiyor.

Ne kadar büyük bir yalana inanırsanız kapandı sandığınız gizli izleri de o kadar büyüyor. 

Yalnızlıklar Sarayı'mda kalemimi masanın üzerine bırakıp aklımdan hızla uzaklaşmaya çalışan şarkıyı yakalamaya çabalıyorum:
pam pam pam pam pam papa pam pam pam...


/ÖZDEMİR Cüneyt, Eğlencisini Yitiren Ülke, Yalnızlık Sarayları, Syf 89.

19 Şubat 2015 Perşembe

Şimdi bir semt adı; Vefa

“Tek bedende kaç kişiyiz?”

Ben sana küsüm aslında haberin yok babacığım. Nazım bir tek sana geçmez çünkü.
Neden ve nasıl haberin olmadığını inan bende bilmiyorum. Sakladığım bir şey olduğundan değil aslında, sadece hatırlamak istemediğin biraz da işine gelmeyen anılarımız söz konusu. Sen unutmayı seçtin. Öyle güzel kandırdın ki kendini, hayran kaldım. Belki de çok önemsizdi senin için, yok yok kandırmadın kendini demek ki. Öyle önemsizdi ki seninle sadece seninle yaşadıklarımız, unutuverdin işte o kadar.
Şimdi nerden çıktı bunca sahiplenmek? Nerden çıktı “Oralarda başına bi iş gelecek bizi üzecek” demelerin.
Ne zamandır üzülüyorsun benim için canımın ta içi?

Üzülsen,
                Üzülebilsen,        
                               Böyle kıyar mıydın bana?

Yokluk seninkisi, boşluk. Çok kıymetli evlatların seni yanında çalıştırmaya başlayınca anladın kimin GERÇEK olduğunu. Övmüyorum kendimi sakın yanlış anlama babam. Ben sana kızamıyorum bak hala. Tam on üç yaşımdan beri hiç kızmadım sana. Sosyetik sevgilinle tanıştırdığından beri yani.
Sadece sana bile fazla geldi bence sabrım. Bu kadarına dayabileceğimi sen bile tahmin edemedin sanki. Hadi gel anlaşalım, kabul et.

“Bu yaştan sonra seni kaç kere daha görebileceğiz ki sanki” mantalitesindeki sevgili babam için ben çoktan yitip gitmiştim zaten. Vazgeçmişti çoktan benden. Belki de yirmi iki yıl önce vazgeçmişti, fark edemeyişim normal yine de…

Velhasıl kelam vazgeçtin ya benden, seni böyle severken ben de vazgeçtim senden. Sakın elimi tutmaya çalışma artık. Çünkü eğreti duracağız. Biz o tatlı baba kız figürlerini yaşatamadık ailemizde canımıniçi. Boş ver ben de vazgeçeyim senden. Kaç kere daha göreceğim ki seni artık zaten?

Ağır geldi mi şimdi bu söylediğim? Ölüme benden daha yakın oluşunu hissedişin. Ama hislerinde de yanıldın, şu hayatta attığın her adımda yanıldığın gibi. Kim ölüme daha yakın bilemezsin bitanem.

Belki kaç günümüz kaldı ki beraber yaşanacak derken benim ömrümün kısalığından bahsetmiştin, olamaz mı yani?
Döndürme beni yolumdan, çekme o huzursuz evine gerisin geri. Yapamam çünkü sen de düşün biraz bizi. Düşün ve hak ver artık. Düşün ve miden bulansın artık kendinden. Düşün ve utan artık lütfen utan!

Sen sadece beni değil, bizi sevmedin. Sevemedin belki, sevmeye mecbur bırakıldın. Ama üzgünüm, yapıp etmelerinin sonuçlarına katlanmak var şu canına yandığımın hayatında. Ben baya bi hesap ödedim. Sen de denersen belki geç olmaz bizler için.

Affettim ki ben seni. Ne haddimeyse, affettim işte. Unut gitsin diyeceğim ama; unutmuştun sahi.




Herkesin korktuğu gün; bana o bayram günüydü işte, en vedalaşamamışından.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Adalı Kuzu

Bir “adam” daha tanıdım fani ömür denen ne idüğü belirsiz boşlukta. Önce “kardeş” dedim, sonra baktım ki öz kardeşim olmuş. Bir kız çocuğunu en çok babası korur kollar, hadi onu da yapamadı uzaktan uzağa o mesafelerde, “ne yaparsan yap arkandayım” der. Bana o güveni işte bu oğlan kardeş verdi. Hep istediğimiz sorgulanmamaktır şu hayatta. Yaptığımız saçmalıkları sorgulamasın isteriz eşimiz dostumuz. Ama o Deniz ADA sorguladı bana dair olan her şeyi. Sorgulayışında suçlama yoktu, özbeöz kardeşlik vardı. Çünkü Ece’sini nasıl sahiplendiyse gurbetinde, sınavında, beni de öyle sahiplendi. Belki daha çok doluydum ona göre bu gurbetlerde. Ama yalnızdım işte. O da hiç bırakmadı elimi. Yarın Hamburg’una dönse de, on yıl dahi geçse bir araya geldiğimizde kaldığımız yerden devam edeceğiz eminim. 
Neye mi? 
Rakı içmeye.



Rakıyı sek içer o. Adamlığını test etmeyi o saatten sonra bıraktım zaten. Yani rakıyı susuz içtiğini gördükten sonra.
Karşındaki arkadaş, eş, dost her neyse senin kahvenden tut rakına kadar neyi nasıl içtiğini biliyorsa, ötesi sorgulanmaz.
Bizde beklentiler hep düşüktü. Sadece istedik kardeşimiz rakıyı nasıl içtiğimizi bilsin. Öyle olursa bizi iyi tanıyordur çünkü.
Zerre tanımadığın biriyle gece üçten sabah ona kadar sohbet edebiliyorsan dinlemeyi iyi biliyorsun demektir.
Ben iyi bilirim –mütevazi olamam– o da çok iyi bilir dinlemeyi. Küçümsemeyelim, herkes karşısındaki dinlemez dinleyemez kolay kolay.
Kan çekmiş bir kere canına yandığım Ege’sinden. Acılarımız, yaşadıklarımız bir olmasa da birmiş gibi yapmayı öğrendik.
Hayallerimiz de bir oldu bak şimdi. Ona göre Hamburg’da, bana göre Ayvalık Alibey Cunda adasında bir sahil meyhanesi.
Mavi beyaz tüm sandalyeler ve müziklerin sıralamasını bizim yaptığımız.
Aslında sadece ‘playlist’ yapmak için meyhane açmak istediğimiz doğrudur. Mekanı biz batırırız diye de düşünmüyor değiliz ama, hayal ya işte. Çardaklar olsun üstünde, herkes efkardan içsin, keyfe rakı içebilen azdır çünkü.
Bir de ne öğrenmiştik “önce kiminle içtiğine bakacaksın sonra kime içtiğine, çünkü kolay kırılır rakı kadehi” tabelamız olsun.
Bizi kimler yarı yolda bıraktıysa ders olsun birer birer, biz birbirimizin kıymetini bildikten sonra önemi yok mekanların.
Özetle bu adam benim düğünümde kerimoğlu oynayacak adamdır a dostlar. Daha nasıl göstereyim ki sevdiğimi? Benim için kıstaslar böyle; rakıyı susuz içenler, kerimoğlu veya harmandalı oynayabilenler. Ama bizler için, bizim yanımızda.
İyi ki varsın Deniz ADA, sarhoşun mektubu okunur mu okunmaz mı tartışalım istersen gel bi. Umarım hayal ettiğin her şey senin kapını çalsın daha fazla emek sarf etmeden. Ki gitme bir yerlere.

Eğer çevrende senin muhabbetini seven ya da sadece muhabbetin için her gün hem de her gün yanına gelen insanlar varsa, onları kimselere değişme!
Bugüne kadar her şeyi ben yapacağım, çözeceğim diyordun hani noldu?
Sadece sabahları seni işe bırakan adama kızıyordun “benliğimden gidiyor” diyerek. Noldu da koyverdin şimdi, noldu da senin için çabalayanları hoş görüyorsun?
Çünkü çıkarsızlar!
İyi ki de varlar.

Hadi gel saçma sapan bir dürümcüde gitar çalıp Haktan şarkıları söyleyelim Beethoven’cuların yanında.
 




Senin bu hayatta yitireceğin hiçbir şeyin yok. Bu dünyaya çırılçıplak geldiğinin ve çırılçıplak öleceğinin de farkındasın. Şimdi de çırılçıplaksın işte, ne çıkar var, ne korku, ne endişe: Bembeyaz bu boşluk sendeki. Zaten oldum olası hep uçurumun kenarında yaşadın; ancak bu sefer farklı! Şiirin tamamı için: Saman Sarısı


8 Şubat 2015 Pazar

Hüzün ve Mutluluk

“Hiçbir evliliğimde gelinlik nasip olmadı bana. Öyle kimselere vurulmadım. Hep adamlar musallat oldu bana. Ben bir kez aşık oldum aslında, o da Suudi Arabistan sefiri Tevfik Hamza idi. Evlendik sefire oldum. Ama şarkıcı olduğum için hükumeti istemedi, bizi ayırdı. Hayatımda ilk kez bir erkeğin omuzlarımdan bütün yükü alarak beni sevebileceğini onda gördüm.”
                                                                                                              /Müzeyyen Senar
                                                                                                                    1918 -

Evet, bugün o soylu ve asil kadını kaybettik. Tam da Cem Karaca'nın ölüm yıl dönümünde.
Müzeyyen Senar’ı yaratan Allah rakıyı neden yasaklasın?

Düşün biraz.
Aynaya bak mesela.
Sadece aşık olmadan önceki değil, tüm bunları yaşamadan önceki haline ne kadar benziyor?
Aynaya bak ki, beni ve ya bizleri yargılamadan önce gözlerini gör, fark et. Onlar bile yalan söyleyebilir sana değil mi ama?
Sevdirme istedim kendini bana. Öyle güzel bakma, öyle incecik şeyleri düşünüp öyle yaklaşma bana. Merhametine aşık etme beni.

“Gece sessiz nefessiz
                Gece sensiz çaresiz
                               Gece korkunç karanlık
                                               Gece yalnız, huzursuz
                                                               Gece uzun, uykusuz…”

Yine sessiz usulca, tabiri caizse uyandırmadan gideceksin.
Her gecenin bir sabahı olduğu gibi her güzel başlangıcın –tıpkı gecelerdeki gibi– hassas yüreğimizi kavuracak bitişleri bekliyor bizleri.
Güzel isimler vardı ömrümüzde. Akılda kalıcı olmayan, dikkate alabilenin unutmadığı isimler.
Farklı bir şey vardır o isimlerde. Derdimi, sesimi, şarkılarımı, günahlarımı ve kalemimi dinlemeyi seven herkes gibi olmazlar umarım.
Çaresizlik midir yoksa güzel kokulu, başımın omzuna tam oturduğu bir omzun eksikliği midir bilmem. “Bana iyi geliyor”la başlar, “Aramaz oldu”yla biter sonuçta ikibinonbeşte her şey.

Gözlerine bakarken söylemeye çalışıp da sustuğun anda, “Ben de seni” diyerek tamamlamıştı bütün eksikleri. Sorgusuz sualsiz başlasın bir kere de her şey. Yaşayarak tanıyalım birbirimizi ne olur ki? Görücü usulü hep mutluluk getirmiyor muydu zaten. Bazen kendinden çok beni düşündüğünü hissediyorum. Hatta ilk kapımı çaldığında yüreği, sadece yaralarımı sarmak için burada olduğunu düşünmüştüm.

Şimdi hiç şüphe etmeden kuşkusuz, düşüncesiz çıktık yolumuza. Samimiyetine kolay kolay inanılmaz –ya da kanılmaz diyelim– herkesin. Sorgulamadı iki tarafta birbirini. Geçmişe dönüp bakmadı. “Neden?” ya da “Nasıl?” denmedi. Şimdi aşık olduğumuz yönlerimizi yarın değiştirmeye çalışmayacağız. Sadece bunun sözünü aldık.
Mutluluğu yazmanın zamanı gelmişti artık.





İlk göz ağrısı ayrıdır elbette.
İlk acı kıymetlidir.
Tanırsın, alışırsın, öğrenirsin.
Asıl son göz ağrın başkadır.
Bildiğin bir şeyi defalarca yaşıyor olmak yorar.
Mutlu da eder aslında.
Hâlâ bu kadar üzülüyor olduğuna sevinirsin.
"Hâlâ sevebiliyormuşum meğer" dersin.
Yeri başkadır.
Büyürsün, unutmazsın.
İlk göz ağrını anarken gülümsersin de son göz ağrına gülümserken gözlerin dolar.

7 Şubat 2015 Cumartesi

Öylesine bi hikaye'

Kız evden çıktı, çıkarken adamın ona verdiği bilekliği cebine attı. Yüzüne karşı söylemediklerini mesajla telefonuna attı. Adam arabada bekliyordu, havadan sudan konuştular.


Bilekliği verdi kız "çok taktım ama artık kutuda duruyor sende kalsın" dedi. Adam bilekliği aldı, aklına o bilekliği kıza verdiği gün geldi mi bilinmez, sevdi mi kızı bilinmez, üzüldü mü bilinmez. Adam tam bir bilinmez.

"Gidiyor musun?" dedi kıza 

"Hayır ama ha şimdi ha 4 ay sonra" dedi kız,
"Haklisin" dedi adam,
"Benim için ha şimdi ha 4 ay sonra"

O sözden sonra sustular, kız anladı ki değil o bileklik dünyalar gelse adam anlamayacak, bilmeyecek, gelmeyecek, hissetmeyecek adam, sevmeyecek.

Kızın içinde yaşananlar, dilinde söylese de faydası olmayanlar, gözünde aktı akacak yaşlar; adamın yüzünde vurdumduymazlıklar, gözünde umursamazlıklar yaşananları yok sayıp vedalaştılar.

"Bir kitap düştü yere Kapandı bir pencere
       Ayrıldılar"


2 Şubat 2015 Pazartesi

Anestezi

Kadehlerde yarım, dolapta hala bi 35lik kaldıysa eğer, ölmek zamanı değildi şimdi. Tam da “Pes!” diyecekken… Zamanında demiştik “Herkese, her şeye bir çaremiz var da, kendimize dermanımız yok” diye. Aynen de öyle.

-Rakı balığın pazarlama müdürü değil midir?

-Bir süre sonra kendi istediğin özellikleri hiç tanımadığın birine kıyafet gibi giydirmeye başlıyorsun.
Aynı kitabı okumuşuz, aynı filmi izlemişiz, aynı müziği dinlemişiz falan.
Hepsi hikaye!
Elemana giydirdiğin kıyafet aslında üstüne oturmamış ki, o ara sezon sonu diye kaçırmak istememişsin sadece, hatta bir beden büyük almışsın seneye de giyerim diye.
Sonra noluyo?
Kıyafetin altından çıkan adamın senin tanıdığın adamla alakası bile yok.
-Aslında hiç tanımaya çalışmadığın.
-Şimdi bundan sonrası tamamen şans. Kim diğer tarafı daha erken tanırsa o erken yırtıyo ilişkiden.
-Aşk konusunda ancak bu kadar can sıkıcı konuşulurdu. İncinicem diye aşktan kaçılmaz ki, nasıl olsa ölücez.
Ben de içmiyim o zaman rakıdan, nasıl olsa kusucam.
-Ne kadar açık konuşursam o kadar yaralanıyorsun ama. Keşke hep çakırkeyf kalabilen de, ne kussan ne başın ağrısa sabah…


/Kendime İyi Bak/

Bu bir rakı sofrası muhabbetiydi sadece en dolusundan. Her kelimesini dikkatle dinleten. Bana filmi ısrarla izleten küçük kardeşe minnettarım. İzlemesi için de yalvardığım insanlar oldu. Kulak asarsanız eğer, kaçırmayın derim. Farklı bakış açılarına açık olanlar için… Tabii kapılarını kapatanlara yasak bu film. Zaten anlamayacaklar ne anlatmak istediğini.

-Sıkıldın mı?
-Sıkılmadım.

Sıkılmadım diyen kim varsa, sıkıldı bizden Despina.
Aramızdaki en kıdemli darbelere içelim öyleyse. Madem çakırlaşan herkes “Beyaz giyme söz olur, siyah giyme toz olur” türküsü tersinden söylendiğinde fark edemiyor. Bizi de fark etmezler değil mi canımızı yakıp kaçanlar?
Güya durulacaktık. Biraz az içseydik olmaz mıydı sanki? Geçmiyor tabiî ki içince. Acıyı alıyor, bir nevi anestezi sadece. Uyuşturuyor bedenini belki de ruhunu. Hayır hayır “Uyuşukken sevemez ki insan” diyen ihtiyar duyuyorum seni. Önceleri uyuşmak içindi ama artık uyuşmaya çalışırken daha da çok seviyormuş insan. Bunu öğrendik.

Bir iz bırak burada, iz bırakanlar unutulmaz.
Bir ev vardı küçüktü belki ve bizimdi. 
Odalarda ışık yüzerdi ve bizimdi.
Bir gün hiç doğamadı güneş ve bitti.

“Antalya; bir insanın hayatında verebileceği en kötü karar.” dedi en sevdiğim oğlan kardeş.
Antalya çok korkunç. Antalya her şeyden önce çok tehlikeli.
Göze aldık.
             Geldik.
                        Bekliyoruz.

Halbuki huzur bulacağız sandık ilk günlerde. Kimse istemezdi böyle olsun, Yağmur’da, Deniz’de. O da bu da.
Özgürlük sandığımız şey Antalya’ydı o günlerde. Ya da birilerine kavuşmak. Bazısı için sevgili, bazısının sevgilisi o gamsızlık.
Yakalayamadık hiç birimiz aradığımızı.
Sadece istedik ki içelim;
İçelim ki kafamız güzel olsun. Peki neden?
Onları unutmak için. Arayıp bulamadığımız, yüzünü bile göremediğimiz, vazgeçtiğimiz herkes ve her şeyi bir nebze unutabilmek için.
Şimdi hepimizin niyeti şu güzel sandığımız şehirden kaçmak.
Kaçınca geçecekmiş gibi içince geçeceğini sandık. Günden güne daha da mutsuzlaştık.
Kaçınca aklımızdan çıkacak sandık o acıların hepsi. Ama son günlerde hep birbirimize ağlamayı öğrendik.
İşte şimdi sana ağlamak için geliyorum kız kardeşim. Sensin omzunu istediğim, sensin beni gerçekten anlayabilecek. Hiçbir şey sormadan beni dinleyebilecek. Yargılamayacak.
Bekle sekiz saat sonra omzundayım. Bekle ki senin olayım. Aslında bekle ki bana katlanmanı isteyeyim.
Seni çok özledim, sadece sana ihtiyacım var kız kardeşim. Senin omzuna, senin sarılışına, senin gözlerine. Çünkü benim yüzümden sen de ağlayacaksın çok. Belki de bu yüzden kaçtım bunca zaman… Sizi sıkmak istememiştim!




"İşte bende babamın öldüğü yaştayım" nakaratında sessiz kalanlardanım bu yüzden. Seni çok seviyorum baba. Aramızda geçen tüm belalara ve bela okumalara rağmen. Seviyorum seni. Çünkü doğum günündü dün!

27 Ocak 2015 Salı

Dünya

Bir istiridyenin kıymetli incisini sakladığı gibi saklarım seni.
Sen oku kelimeleri gözlerimden.



Gökkuşağı doluydu gün, bak şimdi yine yağmur yağıyor. Benim yüzümü güldüren, onu kahreden yağmur!
Haksızlıktı bu.
Sessiz bir anlaşma yapmıştık. Dönüş olacak zannederken “kaçış” gerçekleşiyordu. Hayatımdan, benliğimden ve mutluluğumdan kaçıyordum. Lanet olası hislerim bana “yine olmayacak” sinyalini vereli çok olmuştu aslında. Dedim ki bir kerecik hislerime kulak asmasam nasıl olur?
İşte sonuç.
Her şey mahvoldu. Ama ben mahvetmedim. Sığınacak liman sandığım adam şimdi tesellileri unutup canımı kasıp kavuruyordu.
İmkan oldukça da bu kaçış devam edecekti. Gerekirse evler değişecekti. Ne pahasına olursa olsun, kaçacaktım senden. Tıpkı babamdan ve onun tonlarca ağırlığındaki huzursuzluğundan kaçtığım gibi.
Hep derdim ki hayatım boyunca bir kere bile yirmi dört saatim mutlu geçmedi. O gün bugünmüş, bekledim, yaşadım, huzuru kokladım senden kilometrelerce uzakta.
Son yirmi dört saatimde önce şehrin doğusu ardından batısı olmak üzere köşe bucak kaçtım o meşhur bulvardan.
Arka arkaya üç geceyi kendinize zehir ederken artık şarkı söylemekten sesiniz kısıldığında anlayacaksınız bağzı şeyleri :)

Ne olacaktı şimdi?
Boşver.
Yavuz Çetin söylesin.


Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar.




Bir şehri tam kalbinden, beyninden vurup gitmek var şimdi.
Aklımda bir yağmur...

22 Ocak 2015 Perşembe

Hüsranın eş anlamlısı

“Hepsinin gelmesini bekleme;

       Bir kişi gelmeyecek

           Sen alışmayasın diye,

                  Korkmayasın diye,

                         Düşünesin diye...”

Bu kadar mı şefkate muhtaç olmuşuz biz diye sorulan kız kardeşin, evet muhtacız lan ne var diye cevap vermesiydi beni kendime getiren.
Kimse saçımızı öpmemiş düne kadar onu fark ettik mesela. Kimsenin ruhu böyle dokunmamış yüreğimize. Yaşananları ortaklığı, neredeyse birebir oluşu da bir yana. Sevgililik kavramını ya da aşk diye o yerden yere vurduğum şey’i sadece özgürlüğün kısıtlanması, kavga gürültü, yok yere en güzel gecelerin heba olması sanmışım. Uzun zamandır gerçek saygıyı, birisi tarafından gerçekten dinlenilmeyi ve değer görmeyi tatmadığımdan olsa gerek. Bana da kızmayın. Sadece hep yanlışlarla karşılaştım.
Belki yine yanlışlardayım, belki yine büyük bir hayal kırıklığı bekliyor beni. Hayal kırıklığına uğramaktan bunca korkan ben, her seferinde hayaller âleminde buluyorum kendimi. Bir “adamın” karşımdan kucağında şeker mi şeker minik bir yakışıklıyla ve ellerinde market poşetleriyle yürümesi yeter soyadını adımla uydurmaya çalışmak için. Al sana hayal.


Güzel kafa yaşıyorum ama değil mi?
Aramayı bırakalı çok olmuştu o “adamı”, meğer yanı başımdaymış görememişim. Belki de hissedememişim. “Acaba” demişim sadece ve düşünmeyi bırakmışım “Boş ver şimdi bunları” diyerek.
Zaten bir kadın sevmiyorsa, seviyorum demez. Sevdiği zaman sevmiyorum dediği olmuştur ama o konuyu kafana takma sen.
Yine bir “adam” sana bugüne kadar hiç göremediğin bir bakış açısını gösterebiliyorsa, benim için tamam! Ama bebekler ve market poşetleri daha öncelikli geliyor tabii.

Meteorolojinin bile bilemeyeceği şeyler vardır bazen. O gece o deniz kenarında düşen bir damla ve ya dalgaların kıyıya biraz daha sert çarpması bile anlam kazanabilir senin için.
Böyle olmalı mıydı?
Pişman olan ben olmayacağım. Sen de olma zaten. Pişman da olmayalım. Saçımı öptün diye niye pişman olasın ki?

Günümüz erkekleri bir beklenti içine girmesinden korkar oldu hatunların. Beklenti derken SGK’ dan emekli olmak gibi değil. Sevgili olma beklentisi gibi. Ondan kaçar korkar oldular, erkekler.
“Adamlar” değil.

Benim için hoş geldin, bana geldin çoktan. Ben sana yetişemedim daha. Benim sana ihtiyacım olduğu kadar senin bana ihtiyacın yok ki. Ben merhameti kokladım, senin yüreğin onunla doluydu zaten.
Tamam tamam keselim abartmayı.
Birisinin ya da bir şeylerin, dokunuşların ve bakışların etkisi altında kalabilirim. Bu normal. Sadece değer vermeye başladığım an çok yüceltiyorum. Ama haddinden fazlası değil inan. Benim gözümden bir bakış, hepsi bu.
Mutluluk anında yazmak istemiştim bu sefer Kaybedenler Kulübü’nün saygıdeğer üyeleri, yine beceremedik. Huzuru bulduğumuz an kovalarcasına peşinden koştuğumuzdan mıdır nedir, yüzünü bile göremeden sildik izlerini.

İlkler yaşanırken çalan şarkı bile “Hüsran”sa eğer, tabii sonumuzda hüsran olacak. Belki benim açımdan. Unutmayalım bu şarkıyı demedik mi? Doğru tespit bence.

Mutluluğu yazmak benim fıtratımda yok, en azından şimdilik.
Omzuna yaslanıp saatlerce ağlayabileceğim bir “adam” olursa ve hep kanatlarının altında tutarsa beni, belki o gün.
Bekleyelim, bu sefer de kendim için sabredeceğim, hep başkalarına sabrettim, şimdi sıra bende!



                      Bırak bu hüsrana da şaraplar dayanmasın, ki dayanmayacak.